içinde ,

Aşağılık kompleksi: Adler’den hepimize bir not

Aşağılık kompleksi sözüne günlük hayattaki kullanımlarımızdan yola çıkacak olursak hiç yabancı değiliz. Peki bu kavramı en çok hangi kapsamlarda duyuyoruz? Tümüyle pozitif ya da nötr hisler beslediğimiz kimselere karşı mı kullanıyoruz yoksa daha çok negatif bir yaklaşımla, neredeyse birbirimize karşı küfrederken ya da toplumda dışladığımız kimseleri daha da yabancılaştırmak için kullanıyoruz desek abartıyor olur muyuz? İnsanoğlunun tarihte ve günümüzde var olagelen saygınlık ve üstünlük ihtiyaçlarının arkasındaki dürtüsel güç olarak yorumlanan bu kavrama ne kadar doğru yaklaşıyoruz?

“İnsan olmak, kendini yetersiz hissetmek ve üstün bir konumu ele geçirmek üzere çaba

harcamak demektir.”

Bu sözün sahibi Avusturyalı psikiyatr Alfred Adler, eksiklik duygusu ve aşağılık kompleksi kavramlarını terminolojiye ilk kez kazandıran bilim adamı. Bireysel psikoloji olarak adlandırılan ekolün kurucusu olarak bilinir. Bireysel psikoloji kapsamındaki çalışmaları, meslektaşları Sigmund Freud ve Carl Jung ‘un da kendi alanlarındaki katkılarıyla, sonrasında Freud tarafından “derinlik psikolojisi” şeklinde adlandırılan ekolü oluşturur. Bu ekol, Jung’un analitik psikolojisinin, Adler’in bireysel psikolojisinin ve Freud’un psikanaliz çalışmalarının bütünleştirilmesiyle oluşmuştur. Klinik psikolojinin üç büyük taşı denebilecek bu psikiyatristlerin her ne kadar birbirlerinden ayrılan görüş ve öğretileri olsa da,  derinlik psikolojisi geniş bir bütünlük oluşturan bir yelpaze gibidir: Freud, insan kişiliğinin oluşumunu ve yaşamın sürdürülmesini libidoyla ilişkilendirir. Libido ona göre cinsel içeriklidir. Ne var ki Jung’a göre libido yine insan sisteminin canlı kalmasını sağlayan, onu düzenleyen, dinamik bir enerji olmakla birlikte, cinsel içerikli değildir. Ona göre libido, temel gereksinimler karşılandıktan sonra duyguların doyumlanmasını gerektiren, felsevi ve manevi ihtiyaçları da içeren bir yaşam itkisidir. Adler ise insanın yaşama sürekliliğini güdümleyen yakıtı güç iradesi itkisi olarak yorumlamıştır. Güç sahibi olma dürtüsündeki insanoğlu, yaşama motivasyonunu bu dürtü sayesinde küçük yaşlardan itibaren (4-5 yaş) oluşturmaya başladığı hedefleriyle sağlar. Bu yaşlardan itibaren belki farkında olmaksızın oluşturmaya başladığımız hedeflerimiz, kişilik bütünlüğünün sağlanması açısından çok önemlidir. Bu hedefleri oluştururken kalıtım ve çevresel faktörlerle tamamiyle kendiliğinden yönlendiriliyor olmamız gibi kaderci bir kesinlik fikrini Adler reddederek, yaratıcı güç kavramını ortaya atar. Ona göre, her birey kendi yaşam felsefesini ve amacını oluşturabilecek yaratıcı güce sahip olarak dünyaya gelir. Hatta bu yaratıcı güç, yaşam hedeflerimizi değiştirmeye karar verebilecek olgunluğa gelene kadar kristalize bir halde korunur. Bireysel psikoloji ekolü, bireye bir başkası tarafından dikte ya da empoze ettirilemeyecek, sadece kendi öznel hedefleri doğrultusunda oluşumlanacak hedeflerin varolduğunu savunur. Her insan, dilediğinde o zamana kadar kristalize halde korunmuş olan hedeflerini değiştirebilecek güce, özgürlüğe ve iradeye sahiptir.

Gerçekten de insanoğlu, doğumundan çok uzun bir süre sonraya kadar öncelikle annesinin, sonra çevresinin ve şimdiye kadar yaşanmış insanlık birikiminin bilgi, deneyim ve öğrenimlerine muhtaç olan ve kendine böyle bir dünya kuran tek canlıdır. Doğada tek başına hayatta kalamaz ve -hem toplumsal hem doğal- çeşitli bilgi ve becerileri öğrenmek zorundadır. Öğrenimi -şanslıysa- yaşamının sonuna kadar devam eder. Bir fil, bir aslan ya da bir kaplumbağa dünyaya gelişinden birkaç saat sonra, biraz debelendikten sonra kendi ayakları üzerinde kalkarak yürümeye başlayabilirken insan, yıllar boyunca hâlâ bakıma muhtaç bir haldedir ve  öğrenimini içinde bulunduğu toplumda sürdürmek için mücadele eder. Çocukluğumuzda ailemizden, büyüklerimizden bize öğretilen şeyleri gözlemleyip, onları taklit etmeye, onlara benzemeye çalışırız. Yetişkinler gibi olmak ister, annemizin makyaj malzemeleriyle yüzümüzü boyar, babamız gibi işe gidip para kazanmak, büyük adamlar olmak isteriz. Çünkü çocukken içine doğduğumuz ortamda herkes kendi işlerini kendileri görürken, biz çocuk olarak onların her yaptıklarını yapamayız. Büyüklerini gözlemek, bir yetkinliği kendisinden daha iyi bilenlerden öğrenmek, insana eksikliğini gösterir, güç sahibi olma dürtüsünü harekete geçirir.

Çocukluğumuzda daha fazla olmakla birlikte, az önce bahsettiğimiz eksiklik duygulanımlarını hepimiz her zaman yaşayabiliriz. Bu eksiklik ve yetersizlik hisleri, gelişim ve büyüme için kaçınılmazdır ve doğru muamele edildiğinde başarı için bize güçlü ve olumlu motivasyonlar sağlar.  Adler, İnsanı Tanıma Sanatı adlı kitabında bu mekanizmayı bir benzetmeyle ilişkilendirerek bu duygunun hangi noktada aşağılık kompleksine dönüştüğünü betimler: “Bir yay, üzerine ne kadar kuvvetli bastırılırsa o kadar yükseğe fırlar, yeter ki basınç altında kırılıp kopmasın. Bunun gibi, yetersizlik duygusu da tek bir insan ya da topluluğun üzerine ne kadar kuvvetle bastırırsa, söz konusu kişi ya da topluluk o kadar yukarı fırlamak ister…” Basınç altında kalıp, yükseğe fırlaması engellenerek kırılıp kopan yayı, aşağılık hissine dönüşmüş bir baskıyla, bireyi/toplumu güdümleyen bu motivasyon mekanizmasından mahrum edilmiş ve bu nedenle yaratıcı gücünü ortaya yeterince koyamayan bu döngüdeki kimseler şeklinde yorumlayabiliriz. Bu noktada tehlike, yaratıcı gücün yeterince kullanılmamasının yanı sıra, topluma yabancılaşmış ve toplum tarafından dışlanan kimselerin söz konusu olduğu durumlarda, kişi davranışlarının, savunma mekanizmalarının etkisiyle topluma yönelik zarar ve nefrete varan agresyon etkilerine evrilebilmesidir. Bireysel psikoloji kuramlarında toplumsallığı referans noktası alan Adler, kitabında anlatıya şöyle devam eder: “…İnsan tek başına yetersizdir, ancak toplum içinde yaşamını sürdürebilir. Mutlak bir doğru varsa, toplum bu biricik doğrudur. Yetersizlik duygusu insanı toplum dışına iter. Ne var ki, doğuştan insanda var olan toplumsallık duygusunun kalıntıları yeniden diriltilip, insan yeniden topluma kazandırılabilir. Toplum dışına itilen insan ‘kötü’ değil, yalnızca cesareti kırılmış biridir. Cesaretlendirildi mi, tekrar toplumun yararlı bir üyesi durumuna sokulabilir. Toplumsallık duygusu ile yetersizlik duygusu arasındaki çatışmadan insanın ‘devinim yasası’ çıkar, çünkü yaşam devinim demektir.“

Toplumsallık duygusu ile yetersizlik duygusu arasındaki çatışmanın oluşturduğu bu “devinim” skalasında her birimiz bir noktada yer alıyoruz. Sabit bir konumlanma ile sınırlanamayan, geliştirilmeye ve değiştirilmeye açık olan noktalarımızdan bakacak olursak; Adler sayesinde belki kendimizi ve başkalarını da bu bakış açısıyla tekrar değerlendirebilir, aşağılık kompleksi kavramına bir içgörü oluşturabiliriz. 

Ne düşünüyorsun?

Bir yanıt yazın

Farlılıkların Uyumu: Çalışma Yaşamında Kuşaklar

Ölçme ve Değerlendirme Sistemi