Yanlıştı, bu en başından beri yanlış olanı doğrulamaktı. Saygı öğretildi sevgi nedir bilmeden. Renkler ayrıştırdı insanları bir gruba, beyaz siyaha hükmetti, renk olmayı bilmeden. Beyaza bağlanan kırmızı kuşak kız çocuğunu süsledi, müzik o anların kölesi oldu. Sanat kirlendi ve beyaz yine hükmetti. Erkek annesi kırmızıyı bekledi, babası bekledi, halası amcası bekledi. Çocuk doğdu, çocuğun çocuğu oldu. Güneşi izleyen adam kükredi ve bir kez daha beyaza geçen kırmızı kadının yatağını süsledi.
Düşünmek için vakit çok. Geçmişi silersen aklından, geleceği nasıl hatırlayacaksın? Peki ya hiç geçmişin olmasaydı? Bir anda unutsaydın adını ve bir daha kabul etmeseydin seni anlatan numaraları. Kaybolsaydın ve seni sadece çıplak bedenin tanımlasaydı. Bildiğin tüm kurumlar yerle bir olsaydı, hapishaneler yıkılıp hastaneler boşalsaydı. Aynı sarkaca sürüklenmiş yapılar bir bir etkisini kaybedip düzene ilk vurgun mimari ile başlasaydı. Elbette yıkıntılar arasında toz griliğini etrafa bırakırdı. Alıştığı rengi bulutlarda gören insan ağlardı, kızardı ve belki de korkardı. Hâlbuki alışmıştı o renge, binalardaydı, ışıklarda, mezarlarda, yollarda ve hatta umutlarda.
O anı düşünmesi zor, ulaşması imkânsız. Geçmişi özler insan. Gelecek belirsiz, olumsuzluklara kader der, olumlu olana şans belki de başarı. Hangisine inanacağını şaşırmış, her bir ana farklı bahane üretir. İnsan üretir, emek verir. Tarlayı biçer eker, fabrikada çalışır, şirketini yönetir, temizler ve insan iflas eder. Ürettiklerini tüketir, tükettiklerini üretir ve bu döngü o yaşamı sevmeye başladığında son nefesiyle biter. Ardında kalanlar için hikâye devam eder ve onlar inandıkları ibadetleri, dogmatik yalanlarla birleştirirler. Dua eden kadın ağlar, namazında bir adam ruhunun cennet kapısından geçmesini ister ve korkar. Din korkuyu mu çağrıştırıyor?
Özgürce söyleyemediği her düşüncesinde yalan söyler insan. Günah! Öğretilmeyen sevgide kıskanır, bencilleşir ve elde etme arzusuyla can alır insan. Ama sen dua etmiyorsan ve inancın doğa üstü gerçekliği kapsamıyorsa, günah!
Hapishaneler yıkıldı, hastaneler boş kaldı toz bulutundaki insan afalladı. Peki ya sonra? Evine sığındı. Biz kendimizi evde güvende hissederiz. Kim evimizi belirliyor, kim eşyalarımızı belirliyor, evimiz dediğimiz yerde ısınabiliyor muyuz? Peki ya biz suyu her sabah görebilirken kaldırımdaki görebiliyor mu, elleri kanayan her akşam evine dönebiliyor mu? Ben evime sığınırken ancak o, arkasında bir ev göremezken nerede güvende olacak? Evler yok oluyor, altlarında kalan insan yardım çığlığı atıyor. Yağmur başlıyor. Kadın çığlıkları azalıyor, erkek çığlığı çoktan bitmiş sadece çocuklar üste çıkıyor, sadece onlar çığlık atmıyor. Hayvanlar koşuşturuyor onların etrafında. Evler yıkıldı, çocuklar şimdi güvende.
Ateş cehennemi anlatır. Yakar insanı her gün, yeniden alevler kaplar bedeni. Uzuvların acı çeker, sen hissettiğin için acı çekersin. Ruhun yaşar, acı çeker çünkü bedenin yanar. Ama onu cezalandırmak bu şekilde doğru mudur bilinmez, sorgulanmaz ya da düşünülmez. Ateş yakar, ellerde ateş vardır, dillerde. Güç ateşle çıkar. İktidar kavgası başlar. Kötü insan önce diliyle yakar karşısındakini sonra elleriyle. Cahil olan önce elleriyle karşısındakini yakar sonra diliyle kendini. Düşünen eline de diline de su dökmesini bilir. Susar kimi zaman, susmak verilen en iyi cevap olduğundan değil. Karşısında kelimeleri anlayanı görmez, müziği dinleyeni ve geceyi bileni. Gerçekliğe uyan. Kibar olmak zorunda değilsin dünya değişiyor. Düzen yıkılıyor, yavaş yavaş her denklemde daha fazla bilinmeyen ortaya çıkıyor. Bulunan her cevap bir süre sonra geçerliliğini kaybediyor ve sen aslında her gün bilmediğin bir dünyaya uyanıyorsun. Kimsenin anlayamadığı, bilimin çözemediği inancın saçmaladığı olaylarda birileri tarafından normalleştirilene sadece alıştırılıyorsun. Uyan. Bu senin seçimin değil. Nasıl ki doğmayı sen seçmedin hayatın da senin seçimin değil. Hepsi kurgulanmış ve önceden defalarca yaşanmış. Bu senin hayatın değil ve sen aslında tanıdığın, kendinden emin olan sen asla bilmediğin bir yolculuğun kölesi olmak dışında hiçbir şey değilsin. Bedenin içine hapsolan enerji seni sadece oluşturulan düzene uyum sağlamaya yöneltiyor. Hayat dediğin süre boyunca sadece bedeninin getirilerine uyum sağlamayı öğreniyorsun ve bu süreçte diğerleri senin bedenini şekillendiriyor. Asla kendin olarak hareket etmiyorsun, her düşüncende birileri var, her söz daha önce birileri tarafından söylenmiş. Senin duyman ya da okuman önemli değil o sözcükler tekrarlanmak için üretilmiş. Medenileşmiş insan. Hayvanı ağzında kanlı parçalayarak değil, makinelerde parçalayarak yemeyi öğrenmiş. Yalanı söylemekten ziyade artık onu kitlelere inandırmayı öğrenmiş. Düşün ki artık hapishaneler, hastaneler ve evler yok. Düzen çöküyor ve bu çöküş inşa edilen en somut örnek, binalardan başlıyor. Örülen ağlar ayakta kalabilir mi? Belki de şimdi susmak en iyisi.
Sen gerçek değilsin, varlığın yokluğuna sürükleniyor. Yani sen ölmek için doğuyorsun ve bu süreçte her gün başkaları bir şeyler istediği için yaşıyorsun. Ailen senden büyümeni, toplum senden aynılaşmanı, yarası olan onu dikmeni, ağlayan güldürmeni, korkan korumanı bekliyor. Sen bile kendinden çok şey bekliyorsun. Para kazanmayı, aile kurmayı, çocuk bakmayı, kürsülerde konuşmayı, bahçede koşmayı, saçını her gün taramayı, elini yıkamayı, uyumayı, rüya görüp hatırlamayı. Zamanı değerlendirebilmeyi bekliyorsun kendinden. Ama unutuyorsun sen ölmek için yaşıyorsun. Ölmeye geldiğin şu sahte sahnede iyi bir oyuncu olmayı asla başaramıyorsun. Ama bu senin suçun değil. Onlar sana kim olman gerektiğini ne yapman gerektiğini ve bunların dışına çıkarsan başına gelecekleri tekrar tekrar söylüyor.
Her tanıştığın yeni beden isminin anlamını sordu ve sen yorulmadan hepsine açıkladın. Hâlbuki onlar sordukça sen geçmişindeki hayaletleri hatırladın. Her aynı soru her aynı cevabı doğurdu ama hayaletlerinle yüzleşmen her seferinde farklıydı. Onlar bunu düşünmedi onlar bunu sadece senin için değil kimse için düşünmedi. Sen düşündün, onları kırmamak için ya da üzmemek için kelimeleri en nazik şekliyle kullandın. Onlar baltalı kelimeleri seçti, sen susmayı ve bilinmezliği oynamayı. Peki ya o hayaletlere ne olacak? Tek tek her biriyle her an başa çıkman gerekiyor. Tek başına geçmişindeki sayısız kişi ve unutmayı başaramadığın onca olay. Pişmanlıklarınla boğuşuyorsun belki şu an, belki hataların haykırıyor kalbinden. O sırada biri gelip sana adının anlamını soruyor. Adının anlamı, ne fark eder? Gök, deniz, yağmur olsa ya da olmasa. Karşındaki bunu ne kadar süre hatırlayacak ya da ne kadar süre önemseyecek? Unut adının anlamını. Adını unut ve bedeninin tüm çıplaklığıyla cevap ver onlara. Geçmişindeki hayaletlerle boğuşmak zorunda değilsin.
Kadın oldun, erkek oldun, çocuktun büyüdün ve durdu, yaşam sen istemeden durdu. Birileri yüzüyordu o sırada ve yine birileri pahalı maskelerinden bakıyordu hayata. O deniz kenarında kadın ve erkek öpüştü. O deniz kenarından balıkçı teknesiyle gitti ve yine aynı yerden ben koşarak geçtim, kumu ayağımda güneşi dudaklarımda hissettim. Unuttu insan. Aynı deniz kenarında, ölümü doğduğu an çağıran beden çürüdü. Onun her şeyi ucuzdu çünkü insan o bedeni yoksul olması için yarattı. Ayakları kuma değdi ve dudaklarında kum tanesinin bıraktığı tat vardı. O öldü. Kısacık yaşamında acıların en büyüğünü bilinçsiz benliğine bağlayarak, boğuldu. Ve burada suçlu arandı. Belki de suçlu adının anlamını sorandı. Üç ay ya da üç yıl yaşının önemi yoktu ama bedeni ceza çekmek için yeterince büyümemişti.
İnsan güvenmeyi, güvende olmayı, güvenilmeyi ister. Bunun için dinler, biriktirir ve yalan söyler. Kolayca kandırır ki güvensin ona birileri. Ne acizdir o insan. Ellerini bağlasanız ağlar, gözünü kapatsanız korkar. Bedeninden bir parçanın kopmasından korkar. Yolda rahat yürüyememek ne acıdır onun için. Kusur aranır bedende; varsa şayet önce ailesi kabullenir. Kabullenmek ne acı bir kelime. Birini yaşama zorla getirdikten sonra onu kabullenmek, bedenini tanımadığın ruhundan ayrı kabullenmek. Ne çirkindir onu kusurlu görüp diğerlerinden saklamak. Kusur bedenimizde aradığımızda çok, peki ya ruhumuz ya da başka bir deyişle benliğimiz kusurluysa ne olacak? Onu kim saklayacak? Hastaneler artık boş hapishaneler ise evler gibi yıkıldı. Sistem bozuldu, ailem betonların altında, benim kusurumu kim anlayacak?
Ay ışığından bahsedelim biraz. Gördüğüm en güzel beyazdan ve griden… Hayal etmek parasız olsaydı şu an kendimi bir deniz kenarında en son gördüğüm dolunayın altında rüzgârın kokusunda hayal ederdim. Rüzgâr beni denizin içine alırdı ve ben o sonsuz ışıkta güneş doğana kadar dans ederdim. Beyaz ve gri yerini sıcak sarıya bırakırdı. Ben koşup giderdim. Hayal etmek parasız olsaydı eğer yeşil hırkalı çocuğu evinde hayal ederdim. Ailesinin yanında, kardeşi oyun oynarken o kitaplarının başında. Mutfaktan yemek kokuları gelirdi, çay demlenirdi, masada solmayan çiçekler, evde hep gülen yüzler olurdu. Ve sonra çocuklar büyürdü, ayağında ayakkabısı olurdu elinde çantası. Paslaşan dişleri bembeyaz olurdu. En büyük sorunları geçmişten gelen anılar olurdu ve ben bu hayale pişmanlık eklemezdim. Eğer hayal etmek parasız olsaydı o çocuk mutlu olurdu. Sinirliyim hem de çok, hem de her şeye. Sormayı unutanlara sinirliyim, görmeyi bilmeyene duymadığına inanana.
Peki ya şimdi ne yapmalı? Kimi ya da neyi kurtarmalı? Mum ışığı süzülen anıları hatırlatır. Belli bir an hep zihinde dolaşır, insan onu yaşamak istemese de o bir gölge gibi arkasında kalır. Kendi anımızı oluşturabilir miyiz yani geleceğe kendi isteğimizle bir anı bırakabilir miyiz? Hangi çocuğun masalını yaşıyoruz, hangi çocuğun masalında oyuncuyuz? Bu benim masalım değil, ondan eminim. Eğer benimki olsaydı kapının arkasından çocuğun istediği çıkar, toprakta sadece oyun oynanırdı.
Çiçeklere dönelim biraz, manolya kokusu yoksa nergis mi daha güzel. Gül biraz irkiltir beni sert bir yapısı var, belki de dikenlerindedir. Peki ya hanımeli, çocukluğun balı, gençliğin kokusu, yetişkinliğin tutkusu. Renklere ne demeli, sarıyı pek sevmem her ne kadar güneşi çağrıştırsa da hastalık gibi, mor kadın tutsağı acı ve şiddet, kırmızı güzel bir renk. En sevdiğim renk nedir? Basit bir soru, cevabı yok. Renkler de büyüdükçe anlam kazanmaya başladı. Diğer her şey gibi onların da birer adı ve simgesi oldu.
Dışarıdan bir ses, birileri Beethoven dinliyor. İçimi ürperten notalar, kulağımda çınlıyor. Biraz şiir konuşma vakti gelmiştir. Bu yazıyı sonlandıralım. Özdemir Asaf’tan bahsedelim. Elbette bu kadar konuşmanın üzerine kim olduğunu, nerede doğduğunu anlatmayacağım. Onun gibi kalemle konuşanları kelimelerinden tanımak en doğru yoldur. Lavinia, kokusuyla büyüleyen bir çiçek gibi şöyle sesleniyor bize;
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.[1]
Gitme Lavinia, bırak bu şiir senin olsun. Hiç bilme, onun sesinden hiç duyma ama gitme. Bir yalnıza nasıl seslenir Asaf ? Der ki;
Yalnız
Sürekli dinleyendir
Söylenmemiş bir sözü.[2]
Sen de yalnız mısın bu hayatta, dinledin mi tüm o söylenmemiş sözleri? Bir sonu Onun Masal’ı ile kapatalım. Herkesin bir masalı vardır unutmamalı.
Bir daha düşünürsem masal
Bozmayacağım dağları.
Düşünmek iyi, düşünmek güzel.
Ama önce iyi çizmeli yolları.[3]
[1]Bakınız: Özdemir Asaf – Lavinia -Şiir
[2] Bakınız: Özdemir Asaf – Yalnızın Durumları – Şiir
[3] Bakınız: Özdemir Asaf – Masal – Şiir