Rolü önceden belirlenen bir oyunun parçası, yani bir insan yazıyor bu cümleleri. Ulaşılması zor olan madalyonun diğer yüzünden, ‘farkındalıktan’. Bu sözler Oluş’un derinliğinden sızan benlik çağrısı, uyanışa ayaklanma ya da sadece bir bunaltının eseri olarak karşımıza çıkıyor. Öze dokunarak bize kendi yarattığımız dünyadan bahsediyor. İçinde korkuların yansıması, neşenin renkleri ve tanımladığımız diğer tüm yapay gerçeklikler var. Öyle ki nefes yolunu çizen biz insanlar, zamanla tükeniyor ve unutuyoruz. Kimiz ve ne için yaşıyoruz? Kendi belirlediğimiz yoldan neden yorgun ayrılıyoruz? Yaşamaya bağımlı mıyız yoksa muhtaç mı?
Dünyamızı belirlemek elbette bir âna ait olmuyor. Geçmişten biriktirdiğimiz, öğrenilenden çok öğretilenin diktesinde bir düzen yaratıyoruz. Basit olarak nitelendirilen her bilgi bizim geleceğimizi oluşturuyor. Yazılı kurallardan ziyade kulaktan kulağa asırlar boyunca işlenmiş sesli bağımlılıklara göre yaşıyoruz. Romanlardan nasıl acı çekilmesi gerektiğini okuyoruz, şiirlerden aşkı, filmlerden şiddeti ve bu böyle sonsuz bir döngüye giriyor. Gazeteler olanı değil, başkalarının kaleminden çıkanı yazıyor, reklamlar kandırıyor, iş yerlerinde modern zamanın kölesi insan ne için çalıştığını unutuyor. Geçmişten geleceğe inşa edilen yaşamda uyanmak ne yazık ki kolay değil. Tüm bu çoğul sistemin içinden çıkmak ve önceden inandırılan gerçeği kırmak çoğu insan için ya mümkün olmuyor ya da öyle bir şans yakalanamıyor. Bazen de şansı kendimiz yaratırken gözlerimizi kapatıyoruz.
Benim şansım zamanın içinde saklı. Eski bir saate bakıyorum. Geçmiş insanların bedenlerine dokunmuş bir saat. Onlara zamanın akışını göstermiş, şimdi elimde çalışmadan duruyor. Ona baktıkça uzun gelen her şey kısalıyor. Yaratılan gerçeğe inanmayı bırakmanın tam zamanı geldi, diye düşünüyorum. Peki ne yapmalı, bu dünyayı yani kendi yarattığımız düşlerin aynasını kırmanın bir yolu var mı? Özgürlüğün yaşamın ruhuna girmesi için bir çare var mı?
Bu noktaya kadar geldiyseniz eğer, öze ulaşmak için bir savaşçı, araştırmacı ya da kısaca meraklı olmalısınız. Bildiğiniz her öğretiyi alt-üst ederek sonradan edinileni değil, hatırlanan bilgiyi bulmalısınız. Bilgi bizlere anlatılan kadar değildir. Bağımlı olunan her doğru ve yanlış insanı içinde sakladığı benliğe ulaştırmadaki en büyük engeldir. Düşünceleriniz bir insan, bir yer ya da bir olaydan ötürü sınırlanıyorsa bu nefes almayı durdurur. Düşünebilmek nefes almaktır ve özgürlük bu noktada başlamaktadır. Elbette burada sorumlulukları terk etmek ve sadece öze ulaşmaya çalışmak yıpratıcı olacaktır. Ancak yaşamın her yerinde olduğu gibi denge sağlamak önemlidir. Bireyin kendine dönmesi yani içsel yolculuk saf bir başlangıçtır ve saflığın kurulan düzenden ayrılması için yapılacak şey ‘öze dayanan gözlem’dir. Sonucunda ‘bu dünya benim eserim, düşüncelerimin olduğu, unuttuğum ya da yaşattığım güçlü isteklerin kendini gösterdiği bir ayna’ algısına ulaşmak değişimin başlangıç noktasıdır. İçten gelen bu istek çevreye de yansıyacaktır.
Yaşam ölümü yenmekle de doğru orantılıdır. Nefes almayı bildiğin sürece yaşamaya devam edersin. Unutulmamalıdır ki her ölüm yani her son insanın kaldığı yerden devam etmesidir. Geçmişinizden kalan kokuları düşünün. Hatırlanması en kolay şeydir, bir yerde sıkışan kayıp anların en temel yansımasıdır. Somut gerçeklikler; bulundukları kişi, obje ya da çevreye aittir. Bir çiçeğin kokusu onun fiziksel bütünlüğündedir, o nedenle kokuyu unutmamak için birey bedene dönmektedir. Aynı çiçeğin tekrar tekrar aranması, doğal ortamından kopartılması ve kendi bencilliğimize dönüştürtülmesi için harcanan çaba sadece yorgunluktur. Solduğunda tekrar aramak kaldığın yerden devam etmektir. O nedenle aynı solan çiçek gibi birey öze ulaştığında ölü düşüncelerden de arınmalıdır.
Sonuç olarak şunu söylemeliyim ki sığındığımız gölgelerden uzaklaşmak bizim elimizdedir. Ancak bu alıştığımız konfor alanından dışarı çıkabilmek ve kendi içsel yolculuğumuza atılabilmek ile ilgilidir. Yarattığımız dünyanın esiri olmaktansa, özü ararken kaybolmak, anlam yaratmak ve oyunculuğu bırakmak yola çıkmak için yeterli değil midir?