Tarih boyunca, sanatın ne olduğu ve neye hizmet ettiği çok tartışıldı. Çeşitli cevaplar bulunsa da, tek bir tanesi üzerinde hemfikir olunamadı. Elbette, sanatın birbirinden farklı, çok fazla anlamı var. Sinemada başka, müzikte başka, teknolojide başka. Bu yazı sanatla ilgili. Ama daha çok insanlıkla.
Aşağıda, kimi kısımların sanata yaklaşım biçimlerini ve bunun (bana göre) toplumda yarattığı olası karşıtlıkları, örnekler ile izah etmeye çalışacağım. Sonunda ise, toplumun muhtelif sebeplerle geri bırakılmış kısmıyla, sanatı yoluyla, bağ kurmaya çalışan birkaç ismin sanat yapma şekillerini, holistik[1] olarak (mantıksal bütüncülük ve insan-doğa ilişkisi çerçevesinde) ele alacağım.
I
*Bu ilk örnek, bir toplumun sanatı algılayışı ile ilgili. Toplumun sanat anlayışının, gerçek hayattan kopukluğu vurgulanıyor.
Ruben Östlund’un the Square filminde şöyle bir sahne var: bir sanat galerisi açılışına gelen konuklara ikram yapacak olan Şef, büyük bir coşkuyla menüsünü, galeri konuklarına anlatmaya çalışır. Ama birazdan resimlerin, ya da modern heykellerin önünde müthiş bir saygıyla duracak ve bir eserin önünde belki dakikalar geçirecek olan bu kişiler, aynı özeni şefin sanatına göstermezler. Saygısızlık karşısında şef, bağırarak kalabalığı susturur. Şefin tek istediği kendi sanatına da hürmettir. Çünkü onun yaptığı da sanattır, sadece duvarda duran ve milyonlara satılanlar değil.
Ruben Östlund’un Altın Palmiye ödüllü hiciv dolu filmi, The Square.
II
*Bu ikinci örnek, ünlü bir sanatçının sanata yaklaşımı ile ilgili. Örnekte, sanatın icra edilişi; bireyin, sanat ve müzik yoluyla kendini ve müziğini kabullendirme çabası şeklinde. Ne kadar politik bir kılıf giydirilmeye de çalışılsa, oldukça bireysel bir amaç. İnsanla bağ kurma çabası yok, aksine giderek insandan uzaklaşılıyor.
Avangart elektronik müzik bestecisi, 1926’lı doğumlu müzisyen-yazar İlhan Mimaroğlu, Serdar Kökçeoğlu’nun belgeselindeki kayıta göre şöyle bir serzenişte bulunuyor. Diyor ki; ‘’Bana öyle geliyor ki, çaldığım, topluma sunduğum, müzikler nedeniyle cezalandırılıyorum. Sizce bu anlamda paranoyak mıyım? Eğer öyle isem bir nedeni var. İşlemiş olduğum müzik suçları nedeniyle tabi olduğum cezalar saymakla bitmez. Ben West End Blues çalmak istedim, onlar, Danube Waves istedi. Ben, Cottan Tail istedim, onlar La Compasita. Yıllar geçtikçe, ben Guillaume De Machaut, onlar Zarah Leander. Ben Verase istedim, onlar Liberace. Ben Charles Ives istedim, onlar Mozart. Ben John Cage istedim, onlar Chopin. Ben Josquin istedim, onlar Leon Cavallo. Ben Lennie Tristano istedim, onlar Frankie Laine. Ben Stockhausen istedim, onlar Elvis Presley. Beethoven, Chopin, Elvis Presley, Frankie Leine, Johan Strauss’u aynı kefeye koymama çok mu şaşırdınız? Aslına bakarsanız, demagogların düzenbazların eğittiği toplum kulağı için hepsi aynı kefededir. Duyuyorum ki hala benim programlarımın bantlarını çalıyorlarmış. Özenle seçerek, elbette. Sadece zararsız, 20. yy öncesi müzik ve belki insanların kabullendiğini düşündükleri caz örnekleri içerenleri. Tek bir nota bile avangart müzik yok elbette. Ve benim müziğim hiç yok.’’
Avantgartın, ‘popüler’ müzik karşısında ezilmesinin dayanılmaz acısını yaşıyor gibi, Mimaroğlu, bu serzenişinde. Kimliğinin derinlerinde yer edinmiş isimleri, popüler karşıtlarıyla birlikte sayıp, iç çekiyor. Neden, diğer insanlar da İlhan Mimaroğlu’nun sevdiği müzikleri sevemiyorlar? Avangart müziği nasıl anlamıyorlar? Bunun sebebini ise, o, toplum kulağının ‘belli bir yönde’ eğitilmesi olarak görüyor. Cumhuriyetin kuruluş döneminin ünlü mimarlarından olan babası Kemaleddin Bey’in resmi, bir ülke para biriminin üstünde yer alan bu müthiş insan için bunları merak etmek doğal olsa gerek.
Mimaroğlu’nun kendisini de, müziğini de çok takdir ediyorum ve seviyorum. Bence gerçek bir dahi ve zamanının çok çok ötesinde. Özellikle, Türkiye’de avantgart müziğin sevilmesine yönelik çok fazla çalışması oldu. Neredeyse bütün hayatı Amerika’da geçmesine rağmen Türkçe çıkan yayınlarıyla, Türk toplumuna eşsiz bir bilgi hazinesi bıraktı. Ama, benim burada vurgulamaya çalıştığım; kendisinin, sanat üzerinden, yaşadığı toplum gerçeklerine bakış açısı. Adeta kırgın, küskün. Onun bilincinde olamadıkları için mutsuz. Zaten bu harika belgeselin (filmin) ilerleyen dakikalarında, İlhan’ın çevresinden, bulunduğu sosyal ortamlardan da ne kadar kopuk olduğunu- insandan uzaklaşmışlığını– temiz ve özenli bir görsel anlatımla dinliyoruz.
İlhan Mimaroğlu, eşi Güngör ve ünlü ‘Değersiz Mozart’ T-shirtüyle.
Elbette, İlhan’ın bahsettiği ‘eğitilen’ ya da yönlendirilen bir müzik algısı var. Özellikle, 1970 sonrası, giderek neoliberalleşen dünya düzeninde ‘tüketimin’ yegâne amaç olmasıyla birlikte reklamların önemi artmış, buna yönelik özellikle büyük şirketler tarafından desteklenen manipülatif ‘dürtme’ler[2] kendini sanatta ve müzikte de göstermişti. Hatta bunun sanattaki en apaçık örneği, Pop art akımının piyonerlerinden Andy Warhol’un Campbell çorbası ve Coca-Cola gibi markaları alıp bunların resimlerini, baskı tekniğiyle çoğaltıp, zamanın Amerikan kültürünü, medya-doygunu tüketim toplumunu yansıtması- ve bence bu yolla bu kültürü güzellemesi/benimsetmesi– olarak verilebilir. Dolayısıyla, yönlendirme hep vardı, evet (bugün olduğu gibi).
İlhan Mimaroğlu’nun çok haklı olduğu diğer noktalardan biri de; ‘değersiz Mozart’ argümanı. Mozart ve benzeri ‘dahi’ beyaz-Yahudi-erkek müzisyenlerin müzik okullarında, hala tek ‘Müzik teorisi’ şeklinde, sanki dünyada başka müzik yokmuşçasına okutulup, dayatılması, çok önemli bir sorun gerçekten de. Ama benim burada dikkati çekmek istediğim kısım, Mimaroğlu’nun büyük bir şehvetle sanatı yoluyla eleştirdiği; ‘belli bir algının’ bazı demagog ve düzenbaz güçler tarafından empoze edilmesi durumunun, İlhan’ın kendi sanatını sunuş şekli için de geçerli olması. Yani, amacının (sanatının taşıdığı değerlerin), sanatının ithafı ile anlamsal bir uyumsuzluk[3] içinde olması. Çünkü, bağlantısız gözükse de, İlhan’ın müziğe bakış açısı ve ona yüklediği değerler ile eleştirdikleri, İlhan ve benzeri çelişkilere sahip sanatçıların tutumları için de geçerli (her ne kadar onlarınki, ‘düzenbaz güçler ’in yaptığı gibi organize bir düzende tatbik edilmese de).
Yukarıdaki, İlhan’ın kendi müziğinin dinletilmemesine olan serzenişi, içinde ‘insanlar, onu değil aslında bunu dinlemeli’ aktivizmini barındırıyor. Hatta belgeselin bir kısmında, kapatmak zorunda kaldığı kendine ait Finnadar plak şirketinin hizmet ettiği amacının, artık işe yaramadığını gördüğünü söylüyor (düşük plak satışları yüzünden). Müzik, neden misyoner bir amaca hizmet etmek zorunda ki? Müzik, diğer sanatlar gibi insanlık için, gerçek hayatın bir parçası. Politik ya da ticari bir kaygı taşıdığında, artık müzik, müzik olmuyor demiyorum; sadece, anlamsal bağlamından çıkıyor ve bir reklama dönüşüyor. İnsanı, sanatta- henüz olmadığı- ama olabileceği bir yere konumlandırıyor. Ve bu şekilde, insanın, şu anki durumuyla düşman bir karşıtlık yaratıyor. Doğrusu, kendisinin cümlelerinden, yaptığı politik eleştirinin altında avangart müziğin, popülerden daha az dinlenilmesinin Mimaroğlu’nda yarattığı varoluşsal acıyı duyabiliyoruz. Ama bu acının ne kadarı, Mimaroğlu’nun iddia ettiği gibi toplumsal veya insani kaygılar tarafından fitilleniyor, onu kestirmek güç.
Bana göre, tam olarak bu sebeple hem çağdaşı hem arkadaşı olan avangart müzisyen John Cage’den nüans farkla ayrılıyor.
Bazen cevaplar ‘büyük itici güçler’den daha basit/karmaşık olabilir. Upton Sinclair’in çok güzel bir sözü var: “Maaşı, anlamamasına bağlı olduğunda, bir insanın bir şeyi anlamasını sağlamak zordur.”[4] Durumlara, olaylar nezdinde değil de, yapısal bir bakış açısı ile yaklaştığımızda, bazı seçimleri neden yaptığımızın sebebi olarak, manipülatif politik güçlerin ötesinde kimi faktörlerden kaynaklandığını görebiliriz; mesela, toplumun tükettiği sanatın, onların ekonomik kültürünü yansıtabileceği ve dolayısıyla, onların müziğe olan bakış açısının da aynı yapısal düzlem tarafından belirlendiği gerçeği gibi (kimileri için doğumla gelen bu ekonomik yapısal düzlemden çıkmak o kadar kolay değil; aynı şekilde dinlediği müziği değiştirmek de…). Bu yüzden, sanatı ve müziği ‘belli’ bir amaç doğrultusunda çekip genişletmeye çalışmak, (amacımız ne kadar saf olursa olsun) olmayan bir evi boyamaya çalışmaya benziyor. Çünkü bu şekilde, yani sanat yoluyla bazı ‘doğrular’ dayatıldıkça, maaşı (ya da ekonomik kültürü), o müziği anlamamasına yönelik olan insanları basitçe terslemiş oluyoruz. Bu da, müziğin ve sanatın varoluşuna– insan ve doğa ile bağ kurma- çabasına ters. Bu durum, ünlü piyanist ve aktivist Fazıl Say’ın bir zamanlar arabesk müzik hakkında söyledikleri için de geçerli. Arabesk müzik sevilmeyebilir ve ünlü bir müzisyen tarafından müzik teorisi olarak ‘yanlış’ bulunabilir, ama bu onun var olduğu ve çok büyük bir sosyoekonomik kesimi temsil ettiği gerçeğini değiştirmiyor.
III
*Bu son örnek, bir film endüstrisinin sanatı ele alış sekli ile ilgili. Örnekte sanatın icra ediliş biçimi tamamen ticari, ama bunun da ötesinde sanat ile yapılan; toplumu bölen politik bazı karşıt duruşları, en yüzeysel şekilde, daha da derinleştirmek, kökleştirmek.
I Care A Lot! filmi. İçinde çok da rahat nefes alamadığım Netflix’te, pek sevdiğim Rosamund Pike’ın resmini görüp tıkladığım film. Ve daha 10. dakikasında, artık klasik diyebileceğimiz Hollywood narsizm övgüsünü görüp, bitiremediğim film. ‘’Bu dünyada ya kuzular vardır ya aslanlar. Ben hangisi miyim? Ben, aslaniçeyim’’. Son dönemde, Hollywood’u kasıp kavuran erkek taciz ve tecavüz skandallarına karşı başlayan ‘me too’ feminist hareketi çerçevesinde, hareketin destekçilerinin gönlünü fethetme çabasıyla çekildiklerini düşündüğüm filmler bunlar. ‘Promising Young Woman’ filminde de tam olarak aynı- elbette feminist perspektiften- ‘biz’ versus ‘onlar’ tandansıyla erkek-domine dünyaya olan nefret en idealize şekilde anlatılıyor. İzlemesi kimilerine göre zevkli; nefreti ve intikamı yücelten filmler. Sanıyorum ki Freud, sanatın, narsizm propagandası yoluyla bu kadar rahatlıkla insanları birbirinden nefret ettirme aracına dönüşebileceğini tahmin edememiş olmalı… Galiba sanatta yeniden birbirimizi sevebilmek için önce öldürmemiz gerekiyor. Tek diyebileceğim; umarım, bu nefreti yücelten işlerin sonunda, Amerika’da Batman film karakteri Joker giyinimli kişiler tarafından işlenen cinayetlere, Harley Quinn’ler eklenmez.
Hollywood’un yeni intikamcı femme fatale’ları. Soldan sağa, ‘I Care A Lot’, ‘Promising Young Woman’ ve ‘Harley Quinn’ filmleri
Aslında bu 3 örnek; farklı farklı perspektiflerden sanatı konu edinse de, sadece tek bir şeyi simgeliyor benim için: kopukluk… insandan, gerçek hayattan, ortak iyilikten kopukluk. Toplumun geri kalanından, anlayıştan, nedensellikten ve bilişsel tutarlılıktan kopukluk. Uyumdan ve özden kopukluk.
Bana göre, sanat gibi kimilerine göre ‘ulvi’ bir aracın, gerçek amacı; insanı anlamak ve gerçek olanla bağ kurmak olmadığında, sonuçta ne gibi anlamsal çelişkiler ya da toplumsal kopukluklar yaratabileceğinin minik tezahürleri.
Bu 3 örnekte, sanatın her bir türü, muhtelif bir amaç doğrultusunda gerçekte olandan daha üstün bir noktaya konumlandırıldığında (idealize edildiğinde), birbirimizden nefret etmek ve toplum olarak birbirimize daha da uzaklaşmak için bir nedene dönüşüveriyor adeta. Sanat, gerçeği göstermek dışında belli bir amaç uğruna yapıldığı anda yozlaşıyor. Sanat doğası gereği, hiçbir politik, ticari ve itibari misyonerliği kaldıramıyor.
Bence, bütün kopukluklara ve nefrete rağmen, bugün yaşadığımız onca kötü olaylara karşı en çok unuttuğumuz- belki de unutmak için de milyonlarca sebebimizin olduğu- insanlığın; yine kendisiyle sanat yoluyla bağlanmaya her şeyden daha fazla ihtiyacı var.
Neyse ki tarih; insanlığın, insanlık ile arasındaki kopuklukları tamamladıkları ya da bu çelişkileri en güzel şekilde gösterdiği için efsane olan sanatçılarla dolu. Rene Magritte, Reha Erdem, Drexciya (James Stinson), John Cage. Biri ressam, biri yönetmen, diğer ikisi müzisyen (Detroit techno ve avantgart) olan bu- bana göre- 4 dâhinin ortak özelliği (erkek olmalarının dışında); insanlığın, insanlık ile arasında- sanat yoluyla- yeni yöntemler ve farklı bakış açıları ile nefret gütmeden köprü kurmak.
1) Rene Magritte
Gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden Belçikalı ressam Rene Magritte’i, Rene Magritte yapan nedir? Kısaca şöyle diyebiliriz ki, ondan önceki çoğu ressam, belli bir standart resim tekniğinin dışına çıkamayan, burjuva ideolojik değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir zümreye hitap eden ressamlardı. Yapılan resimler ünlü oldu, inanılmaz paralara satıldı. Sanat, sanat içindi. Ünlü bir ressamın elinden çıkan binlerce franklık resim, o dönem Fransa’da yaşayan alt-kesim bir insanın hayatından çok daha fazla değerliydi.
Çevirisi: Rüya kelimesi, resmimle ilgili olarak sıklıkla yanlış kullanılır. Kesinlikle rüyalar aleminin saygın olmasını diliyoruz- ancak [rüyalar hakkında olan] çalışmalarımız tekirsel değil. Aksine. Bu bağlamda rüyalar, uyurken sahip olduklarımızdan çok farklıdır. Bu, sizi uyutmayı değil, uyandırmayı amaçlayan iradeli rüyalar anlamındadır.
Rene Magritte, tam olarak bu çelişkiye karşıydı. Ona göre sanat, sanatı çok büyük paralara satın alan insanların saraylarında, piyanonun dayandığı duvarın üstünde durmak için var edilmemişti. Sanat, insanın ta kendisi. Sanat doğanın ta kendisi idi. Gerçekte olana dikkat çekmek için; doğayı ve insanlığı- yani gerçeği- surreal şekilde ve resim içinde resimlerle anlatmayı seçti. Rene Magritte’in ‘bakın’ dediği; belki de aslında hayattı. Bundan daha değerli değil diyordu, hiçbir sanat. Köprü kuruyordu, tekrar gerçek hayatla. Sanatın işlevi buydu; gerçek hayatla ve insanlık arasında köprü kurmak, kopukluk ve nefret yaratmak, ya da ‘süs’ olmak değil. Sanatın belki de demokratikleştirilmeye bile bu anlamda ihtiyacı yoktu, kimilerinin sürekli iddia ettiğinin aksine.
Kendinden önceki ünlü ressamların işlerini ve onların sanatının temsil ettiği değerleri, kendi sanatıyla direkt bir dille eleştirdiği en güzel eserlerinden biri, aşağıda imajını bıraktığım ‘the Balcony of Manet’[5].
Sağ üstteki Manet’in ‘The Balcony’ eseri, solda da Magritte’in ‘the Balcony of Manet’si
Rene Magritte, dislokasyon yöntemiyle anlattığı resimlerinde: toplumun görmezden geldiği çelişkileri veya- sadece belli bir kesime değil- bütün insanlığa ait olan doğanın güzelliklerini yeniden göstermek için tanıdık nesneleri alışılmadık bağlamlara yerleştiriyordu.
Aşağıda imajını bıraktığım, Magritte’in ‘The Human Condition’ eseri; doğanın kendisinin en güzel sanat olduğunu anlatmanın en direkt ve hatta- paradoksal da olsa- en ‘realist’ yolu olsa gerek.
The Human Condition (1934), Magritte
*İmgelerin tek başına bir önemi yok: Sanat biziz, biz, sanatız.
2) Reha Erdem
Yönetmen Reha Erdem, 2020 yapımı son filmi ‘Seni Buldum Ya’ prömiyerinde bahsediyor; ‘’Hep teknik ekipmanların ve belki de ekibi nasıl azaltabilirim, sanatı tekrar nasıl akışına sokabilirim diye düşünüyordum. İşte orada pandeminin tam ortasında artık bunu yapabilirdim. Hatta azaltmak da değil, bu sefer yalnız başımaydım film çekmek için.’’ Bu film için Reha Erdem sadece zoom’u kullandı. O çok güzel anlatıyor; ‘akışta olmak, akışta çekmek filmi’. Sanatın gerçek hayatla ve insanla köprü kurabilmesi için pahalı sinema teknik ekipmanlarına veya başka şeylere ihtiyacı yok. Çünkü kimisi için, sanat yoluyla insanlık ve doğayla kurulacak olan bağlantı, dünyanın en havalı kamerasıyla film çekebilmekten daha önemli. Evet, belki rüştünü çok defalar ispatlamış, önemli bir yönetmen için bunu anlamak daha kolay olabilir. Zaten, sanatın, insanı ve olanları daha iyi anlamayı istemekten ve bunları göstermekten başka hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını anlamak için verilebilecek örnekler sadece Reha ile sınırlı değil.
Reha Erdem- ‘Seni Buldum ya!’
*Film araçlarının tek başına bir önemi yok: Film biziz, biz, filmiz.
3) Drexciya
Elektronik techno müzik akımının, Detroit’in banliyö siyah orta sınıf topluluğu tarafından, Amerika’nın bir zamanlar en büyük otomotiv endüstrisinin bulunduğu bir alandan çıkması tesadüf değil. Detroit, Michigan’dan Amerikan elektronik müzik oluşumu Drexciya ile, James Stinson (1969–2002), Amerika’nın hem politik hem ekonomik olarak yıprattığı siyahi Afrika köklerine olan bağı yeniden kurdu, kuruyor. Hem de Detroit’in- yani sanayinin- ona verdiği imkanlarla, suyun altına giderek! Drexciya’nın yaptığı müzik, aynı zamanda toplumun hızlı endüstriyelleşmesi ile insanlığa ait değerlerden kopan bağları da yeniden birleştirmek olarak okunabilir. Sanayi devriminden bu yana, elektrik, metal ve biraz kabloyla bu kadar güzel müzik yapılabileceği kimin aklına gelirdi? Müzik, sadece zengin, meşe ağacından yapılan pahalı müzik enstrümanları olan beyazlara ait değil.
Drexciya plakları ve Drexciya parçalarını çalmasıyla bilinen Dj Stingray
*Müzik, herkese ait. Bütün insanlığa. Müzik teorisinin tek başına hiçbir önemi yok.
4) John Cage
Ya da mesela John Cage, yaptığı müzikle bize, Rene Magritte gibi aslında her şey sanat (müzik), uyanın demiyor mu? Bizi, bizi daha iyi duymaya davet etmiyor mu? Belki de hatta, trafiği bile Mozart dinler gibi dinlemeye? Bence, pek çok politik akımdan daha gerçek ve derin John Cage’in sanatıyla yapmaya çalıştıkları. Ve en önemlisi, sanatının içinde hiç çelişki, nefret veya karşıtlık barındırmıyor. Aksine normalde (trafik gibi) nefret edilen seslerin aslında bizden çıktığını ve bize ait olduğunu- yani; özbeöz gerçeği- göstermeye çalışıyor.
John Cage
*Müzik aletlerinin tek başına bir önemi yok: Müzik biziz. Biz, müziğiz.
Bu insanlar, sadece müzik, sadece sinema, sadece yazarlık yapmıyorlar. İnsanla, doğayla, anlamla olan- özellikle, endüstriyelleşmiş, yani, organize bir toplumun getirdiği değerlerin, toplumun genelinde henüz içselleştirilememiş toplumlarda daha ivedi kaybolmuş- bağları, sanatla yeniden kuruyorlar. Olanı gösteriyorlar. Sanatı; ticari, mesleki, itibari ve politik amaçlarından komple sıyırarak, sadece bize, bizi göstermek için kullanıyorlar. Elbette, sanatın muhtelif ‘amaçlardan’ sıyrılarak sunulması, sanatın konusunun, yukarıda saydıklarımdan herhangi biri olamayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim, Reha Erdem’in filmlerine baktığımızda, toplumun yaşadığı politik, ekonomik ve kültürel çıkmazları ustaca, tepeden bakmadan (olduğu gibi) anlattığını görürüz.
Başlıkta sorduğum sorunun cevabı; İnsanı, insana ve doğaya bağlayan araç? Evet, sanat. Fakat, bugün bizi bizden koparan da sanat. Doğadan koparan da sanat. Sanatın aslında olduğundan çok daha üstün anlamlara, insandan daha değerli yerlere konulması. Aynı anda çok fazla paralara eşit olması. Çok fazla itibara eşit olması. Farklı ekonomik kültürlerin simgelerine dönüşmesi.
Tam olarak bu yüzden Banksy diye biri var dünyamızda. Ve bu yüzden, kendisi sürekli sanat müzayedelerini ve en çok da sanatı, sanatın olduğundan daha büyük anlamlara sokmaya çalışan insanları trollüyor.
Yani sonuçta; bence, sanat ne sanat için, ne de toplum (ne de politika) ne ev tasarımı, ne kendini kabul ettirme aracı, ne de sınıf atlama… Sanat sadece insan için, insanlık için… Olanı daha iyi görmek için… insanlığı daha çok sevmek ve anlamak için.
Not: Bu yazıyı, toplumun yüceleştirdiği (olduğundan daha değerli bir konuma soktuğu) bütün ‘değerler’ adına yeniden okuyabilirsiniz.
—
[1] Holizm bu yazıda, Bertrand Russell’ın formulize ettiği (Wittgenstein’ın ilerlettiği) mantıkçı atomculuk (bütüncülük) ile benzer ama biraz daha farklı, doğu felsefesi çerçevesinde bir bağlamda kullanılıyor.
[2] Nudge Theory (2017), Richard Thaler
[3] A Theory of Cognitive Dissonance (1957), Leon Festinger
[4] “It is difficult to get a man to understand something, when his salary depends on his not understanding it.” Upton Sinclair (Kitaptan alıntı: “Winners Take All : the elite charade of changing the world” (2018), Anand Giridharadas)
[5] The Essential of Rene Magritte (1999), Todd Alden