“Adımlarım giderken bir bir ileri, derin bir büyünün tılsımıyla doldu ciğerlerime yaşlı havası Roma’nın. Hiç tanışmadığım bir dostumu bulmuşcasına yakındım Roma’ya ve bir o kadar da meraklı.”
Hem ilk defa yurt dışına çıktığım hem de ilk defa uçağa bindiğim tarih olduğu için İtalya’ya uçuşum iki kat heyecanlandırmıştı beni. Roma’ya indiğimde ise bu heyecan tamamen mutluluğa dönüştü, arka plandaki İtalyanca konuşmaların da etkisiyle. Ne kadar yorgun olduğuma aldırış etmeden direkt Collesium’u görmek istedim ve taksi ile şehrin merkezine doğru yol aldım. Sadece filmlerde gördüğüm binaların arasından, bulanık bir düşteymişcesine yolculuk ettiğimi sıcak bir çağrışımla hatırlayabiliyorum. En az yirmi beş dakikalık taksi yolculuğundan sonra olanca olgunluğu ve bir ağaçtan daha sakin duruşuyla Collesium karşımdaydı. Büyüleyici ve bir o kadar da yorgun bir şekilde bana gülümsüyordu Collesium. O güzel yapının karşısında üç dakika olduğum yerde istemsizce kaldım. Tarihle konuşmanın ve tarihi dinlemenin nasıl bir şey olduğunu ilk defa hissettim, zira o zamana kadar yaşadığım tarih sadece ders kitaplarından belleğime süzülen silik resimlerden ibaretti. İlk etkileşimden sonra, mükemmelliğin etkisine kapılmış bir şekilde o olgun arenanın etrafını kendimi sadece ona adayarak gezmeye başladım. Collesium gibi yapıların ne zorluklarla bugünlere geldiğini anlamak hiç de zor olmadı; çünkü çoğunun ya değerli kısımları çalınmış ya da parçalanmıştı.
Collesium’un etrafını gezmeyi tamamladıktan sonra Roma Forum’undan geçerek şehrin merkezine doğru yürümeye devam ettim. Anne karnından yeni çıkmış bir bebek misali içinde bulunduğum bu yeni evreni olanca dikkatimle keşfetmeye başladım. Bununla birlikte, Forum’da ilerlerken yavaş yavaş alışmaya başlamıştım tarihin kucaklamasına. Zira şehrin mimari yapısı da şefkatli bir anne edasıyla bağrına basmıştı beni. Tam bu güzel ve samimi gezintinin bittiğini düşünürken ihtişamlı bir yapı selam gönderdi bana, yirminci yüzyıldan. O anda karşımda Mussolini tarafından yaptırılan ve neredeyse Collesium’dan daha büyük ve gösterişli olan müzeyi görmüştüm. O devasa müzeyi sadece gezerken, tarihin karanlık sayfalarından süzülen İtalya’nın faşistliğini duvarlara işlenen detaylardan anlayabildim.
Müzeden çıktıktan sonra şehir merkezinde tur atmaya koyuldum. Etrafımdaki yüksek binaların çoğu insanın içine yaşama isteği aşılayan sarı ve tonlarına boyanmıştı. Meydanda sıcak İtalyan rüzgarını hissedip güneşin batışının binalar ile uyumunu gözlemlerken gerçekten acıktığımı fark ettim ve ünlü İtalyan pizzalarını tatmak için etrafımdaki restoranlara bakınmaya başladım. Dar sokaklarından geçerken Roma’nın, her sokağın tek bir meydana çıktığını öğrendiğimde yıllar öncesinde bu şehri planlayan insanlara karşı istemsizce büyük bir saygı duyduğumu anımsıyorum. Meydana ulaştığımda Roma’yı bir insanın şehir olarak beden bulmuş hali olduğunu anladım. Meydan şehrin kalbiydi, dar sokaklar şehrin damarları, içinde şehri ayakta tutan insanların yaşadığı evler ise birer hücre. Benden önce bu benzetmeyi yapan oldu mu bilmiyorum, ancak o günden sonra Roma sürekli zihnimde bir insanı anımsattı; yakından tanıdığım ancak yüzü olmayan bir insanı. İtalya’daki ilk günüm sona ermeden ve otele gitmeden önce tekrar döndüm Navona Meydanı’na çünkü meydandaki havuzun ve onun üstündeki kuşların sesleri, otele gidip yatmadan önce duymak isteyebileceğim tek şeydi o akşam için.
Her ne kadar İtalya gezimin diğer günlerini başka şehirlerde geçirsem de Roma’ya karşı hissettiğim derin sevecenliği diğer şehirlere hissedemedim. Diğer İtalyan şehirlerindeki bayağılık ve kirlenmişlik Roma’da yoktu çünkü. Zihnimin derinliklerinde Roma hep sadeliğin, aşkın, tarihin şehri olarak kalacak. Olur da bir gün hayat bana güzel bir sürpriz yaparsa ilk aşkıma, Roma’ya dönüp her şeyi en baştan yaşamak isterim.